Özellikle son 2 yıldır, pandemi dönemiyle birlikte psikiyatristlerin kapısını çakanların sayısı oldukça arttı. Bu artışın sebeplerini ve diğer psikiyatrik sorunları İzmirli ünlü pskiyatrist, nörobilim doktoru Doç. Dr. Cumhur Taş ile konuştuk.
E.Y.: Mesleğine aşık bir kişiniz ve psikiyatri, nöropsikiyatri, nöro bilim doktorluğu gibi birçok ünvanlar almışsınız. Nörobilimi açabilir misiniz, nedir?
C.T.: Nörobilim, beyin bilimi, sinir bilimi diye Türkçeye çevriliyor. Beyin çalışma prensiplerini incelemeye çalışan bir araştırma disiplini, doktora alanı. Bu doktora alanıyla ilgilenen kişiler, beyni hücresel anlamda, ister deney hayvanları üzerinde, ister insanlar üzerinde yapılacak bilimsel çalışmalarla anlamaya çalışıyor.
E.Y.: Yani beyni mi inceliyoruz?
C.T.: Evet, nörobilim beyni inceleyen araştırma alanıdır. Temel amacı; beynin psikiyatrik hastalıklarda, nörolojik problemlerde, sağlıklı insan beyninin işleyişini açıklayabilmek, anlayabilmek ve araştırabilmek...
E.Y.: Sizdeki araştırmalara göre; 21.yüzyılı beyin yüzyılı olarak nitelendiriyorsunuz.
C.T.: Psikiyatri biliminin en önemli sorunu; insanları sınıflandırırken, hastalık isimleri koyarken biyolojik bir kriterinizin olmayışı.
21.yüzyılın başlarına kadar psikiyatrik hastalıklarda herhangi bir biyolojik, beyin dinamikleri anlamında kriter olmamıştı. Tabii bu psikiyatrinin psikolojiyle birlikte evriminden de gelen süreç. Nörobilim disiplinler arası araştırma alanı olarak bu denkleme katıldığı zaman psikiyatri alanında biyolojik bazı çalışmaların da yolunu açtı. Biz de bu çalışmalar sonrasında psikiyatrist olarak; sadece ruh sağlığı değil, beyin sağlığını da daha konuşulabilir bir hale dönüştük.
E.Y.: Peki psikiyatri bundan dolayı mı ön plana çıktı?
C.T.: Temel ön plana çıkma sebebi, tüm dünyada artık soyut düşüncelerden ziyade, somut bilimsel verilerin daha ön plana çıktığı akımdan dolayı.
Örneğin psikiyatri akımını 1900'lü yılların başında Sigmund Freud açtı. Tabii ki ilk onun çalışmalarıyla başladı. Ama her ne kadar nörolog da olsa, daha çok soyut boyuttaydı. Günümüzde artık kanıta dayalı yaklaşımlar arttığı için, elimizde bazı bilimsel veriler olması gerekiyor. Psikiyatrinin diğer sağlık alanlarından en önemli farkı da; bizler psikiyatrik hastalık değil, psikiyatrik bozukluk deriz. Çünkü bir şeye hastalık diyebilmek için bunun biyolojik olarak tüm sebeplerini ortaya koymuş olmanız lazım.
E.Y.: Sizin dalda hastalık değil, bozukluk diyorsunuz...
C.T.: Çünkü bizim bozukluklarımızın bir sürü dış sebebi ya da biyolojik sebebi olabiliyor. Mesela depresif bozukluk diyoruz, insanlar ekonomik kayıplarla da, aile içindeki sorunlarla da depresyona girebilir. Herhangi bir kişi hiçbir strese maruz kalmadan da girebilir ve herkesin girdiği depresyonun biyolojik süreçleri de birbirinden farklıdır. Dolayısıyla tek bir koşulla tüm depresyonu anlamak ve tedavi etmek de pek mümkün değildir. Onun için bizler tüm psikiyatrik problemlere bozukluk diyoruz.
E.Y.: Geçmiş yıllarda psikiyatriste gitmek insanlar için zordu. Toplum psikiyatriste giden insanı farklı algılıyordu ve bakıyordu. 18 yaş grubunu sizinle buluşturmak zor oluyordu. Şu anda durum nasıl? Çünkü olayı kendi dalınızda branşlaştırmış ve bölmüşsünüz...
C.T.: Bahsettiğiniz sorunun kökeninde iki çeşit damgalama var. Bir; bireylerin kendilerini damgalamaları, ikincisi de diğerlerinin bireyleri damgalamaları. Damgalama süreçleri; tabii sosyal medya ve görsel medya araçlarının, psikiyatrik problemleri, ruhsal sıkıntıları, psikolojik sıkıntıları normalleştirmesi ve daha kolay sunabilmesinin de yardımıyla çok azaldı. İnsanlar erkek psikiyatriste ya da psikoloğa giderken kendilerini çok daha az damgalanmış hissediyor diyebilirim. Tamamen geçti mi? Elbette geçmedi. Ancak klinik gözlemlerime göre; 2005 yılından bugüne, damgalama alanında yüzde 80’lere yüzde 90’lara varan bir başarı sağladık diyebiliriz. İnsanlar çok daha kolay ve rahat başvuruyor artık.
E.Y.: Bazı filmler vardı, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında İsviçre Alplerinde tedavi merkezleri vardı. Orada insanlara elektrik şokları veriliyordu. Hakikaten böyle irrite eden bir durumda var yani. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
C.T.: Jack Nicholson’ın oynadığı 1975 yılında yayınlanan meşhur bir film vardır “Guguk Kuşu”. Psikiyatrik damgalamanın dünyadaki en büyük ve kötü örneklerinden biridir. O yıllarda psikiyatrik damgalamanın ne kadar problem yarattığını çok kolay gözlemleyebiliyorsunuz. O yıllardan bugüne artık televizyonlarda insanların terapiste gidip hikayelerini anlattığı sahneleri görüyoruz. Psikolojide sosyal öğrenme diye bir teori var. İnsanlar gözlemleyerek öğreniyor bazı şeyleri ve gözlemlerken de kişilerin eylemlerini daha çok taklit etmeye meyilli. Bu taklit süreçleri dolayısıyla da damgalamanın ziyadesiyle azaldığı kanaatindeyim.
Bu normalleşmenin bazen bir politika olduğunu düşünüyorum. Çünkü ihtiyaçlar dönem dönem, aslında kuşaklar halinde de değişiyor. Temel ihtiyaçları karşılanmış bir birey, artık kendini gerçekleştirme yolunda bir sonraki aşamaya geçerken, destek arayışına gidebiliyor. Ülkemizde temel ihtiyaçları karşılanamayan bireyler, hatırı sayılır miktarda fazla. Bu insanların psikiyatriste başvurusu hala düşük oranda. Çünkü bu insanlar için önemli olan şey; yemek, içmek ve barınmak gibi ihtiyaçlar. Dolayısıyla bu ihtiyaçları kısmen tamamlamış olanlar daha rahat psikiyatriste gelebiliyor.
E.Y.: İlk başladığınız yıllarda, size gelenlerin sıkıntıları veya sorunları neydi? Bu geldiğimiz günlerde aynı sıkıntılar, sorunlar devam ediyor mu? Yoksa çizgi değişti mi?
C.T.: Ben Türk kültüründe de klinisyenlik yaptım, yabancı kültürlerde de klinisyenlik yaptım. Ben bunun kültürel farklılıklar arz ettiğini düşünüyorum. 2005 yılında gördüğüm, duyduğum hikayeleri, benim kültürümdeki hastalarımda 2021 yılında hala duyuyorum. İçinde bulunduğunuz kültür, belirtilere çok etki eder. Örneğin Alman kültürü mantığın düşüncelerin daha ağır bastığı bir kültür olduğu için; orada bir depresyon hastası, depresyonun yarattığı zihinsel yıkımı daha rahat anlatır. Depresyonun mesleki alanda işlevini bozduğunu hayat kalitesini azalttığını ifade eder.
Diğer yandan Türkiye’de depresyon hala belirgin orada bedenle ifade edilir. Baş ağrısıyla, vücut ağrılarıyla, üzüntünün yarattığı karın ağrısıyla, bedensel şikayetlerle… Beden bir şekilde depresyonun dili olmuş gibi düşünebilirsiniz bizim kültürümüzde. Bu tür belirtiler yıllar geçmiş olsa da çok değişmedi diyebilirim. Sorduğunuz soru çok güzel bir soru. Ben şimdi düşünüyorum 2005’ten 2021’e kadar gördüğüm danışanlarda şikayetler çok değişti mi diye; açıkçası çok belirgin istatistiksel bir farktan bahsedemem size.
E.Y.: Gelen hastalar en çok neden şikayet ediyorlar? Bizim şikayetlerimiz neler?
C.T.: Türkiye’nin en önemli iki şikayeti var. Biri depresyon, diğeri kaygı bozuklukları... Özellikle pandemi sürecinde kaygı bozuklukları, depresyonun önüne geçti diyebilirim.
E.Y.: Kaygı bozukluğu ne demek?
C.T.: Kaygı bozukluğu dediğimiz şey; normalde bizler gerçek dünyada bizi huzursuz eden, korkutan bir uyaran varsa, elbette doğal olarak ondan korkarız, huzursuz oluruz. Ama kaygı bozukluğunu yaşayan bireylerde kaygı yaratan bir neden, objektif olarak olmaksızın kişiler huzursuzluk yaşıyorlar. Ve bu kaygının olma olasılığı bile insanları huzursuz ediyor. Bu huzursuzluk yaşamında her alana sirayet ederek, hayat kalitesini belirgin olarak bozuyor. Özellikle pandemi de bu tür stres bozukluklarını, kaygı bozukluklarını çok arttırdı.
Şunu da eklemek lazım, insanoğlunun sadece yemeği gıdası değildir. Sosyal ihtiyaçları, sosyal etkileşimi memelileri özel yapan bir farktır ve insan da bu memeliler arasında en gelişmiş olanıysa, sosyal etkileşim insan için en özel özellik diyebilirim. Pandemi sosyal etkileşimi son derece azalttı ve insanlar mecburi sosyal izolasyona girdiler. Bu sosyal izolasyon da anksiyete bozukluklarını çok arttırdı.
E.Y.: Türk halkı olarak neden depresyona giriyoruz?
C.T.: İlk depresyon teorilerinden ve 1900’lü yıllardan bugüne bir nesne kaybıdır. Kaybettiğimiz bir şey. Bu bazen bir eş olabilir, bir iş olabilir, bazen önem verdiğimiz bir kişi veya önem verdiğiniz bir eşya dahi olabilir. Kültürel olarak ya da tarihsel olarak o dönemlerde hangi kayıplar kişiler için fazla ise o kayıp kişide kaygı yarattığı hüznü getiriyor. Bu hüzne de biz psikiyatristler ‘depresyon’ diyoruz.
Belirli bazı kriterleri karşıladığında; örneğin iki haftadan uzun süren çökkün hal, hayattan zevk alamama, dikkat ve konsantrasyon kaybı, ölüm, intihar düşünceleri. Yoğun bir isteksizlik hali, devam eden bir hal devam ettiğinde, iki haftayı da geçtiğinde depresyon tanısını alıyor. Halk arasında her üzüntülü hal depresyon mu acaba diye bir endişe de yaratıyor ama ikisi farklı fenomenler. İnsanın moral bozukluğu, demoralizasyon ile depresyon çok belirgin farklıdır. Hepimizin bazen moral bozuklukları oluyor.
Biz artık dünya düzeni içerisinde pek olumsuz duyguları yaşamak istemiyoruz. Hele ki, bu yeni kuşak gençlerimizde daha fazla görünen bir durum... Başarısızlık, hüzün, korku gibi duygular onlara hiç gelmesin istiyorlar. Ne yazık ki artık günümüz sisteminde hüzne hiç yer yok ve insanlar bu hüznü hiç yaşamamak için ilaçlara başlıyor ya da anlık hazlara başvuruyor. Bu bazen uyuşturucu olabiliyor, bazen alkol olabiliyor gibi düşünebiliriz. Buna aslında ünlü bir psikolog “mutluluk tuzağı” diyor. Güzel bir tanımlama. Sürekli mutluluk tuzağı içinde yaşayan insanlar olarak tanımlıyor bu kişileri.
E.Y.: Yani bu alkol başta olmak üzere, uyuşturucudan aldıkları desteği kendilerinde bir iyileştirme yöntemi gibi mi algılıyorlar?
C.T.: Evet, çünkü gerçek yaşamın hazzı ve mutluluğu uzun vadelidir. Bu olmadığı zaman kişi kendini başarısız hissediyor ve olumsuz duygulara çok tahammül edemediği için, bu duyguları kafasından hızla uzaklaştıracak maddelere yönelebiliyor. Gençlerdeki bu hızlı süreçte artan ve tüm dünyada artan uyuşturucu kullanımında, ben temel dinamiğinin; bu mutluluk tuzağı olduğunu düşünüyorum.
E.Y.: Şöyle devam edelim. Ben şimdi kendi yaşamıma bakıyorum, özellikle son 8-10 yıldır ve günümüzde de bu daha da arttı, çok tahammülsüz olduk. Hâlbuki 10-15 sene önce böyle değildik. Hatta 50 yıl önce, ben çocukluğuma gittiğimde toplum olarak çok daha hoşgörülüydük. Neden biz “tahammülsüz” olduk? Tahammülsüzlüğün temelinde neler yatıyor?
C.T.: Tahammülü eğer İngilizce düşünürsem, tolerans diye bir karşılığı var. Hoşgörü olarak da çevirebilirim bunu. Kişinin zorlayıcı dış etkenlere karşı koyabilme gücü, dayanma gücü, katlanabilme gücü olarak da tanımlayabilirim. Böyle bir enerjiye sahip olabilmek için kendimizi iyi hissetmemiz lazım. Kendinizde bu iyiliği hissetmiyorsanız, elbette bu tahammül sınırlarınız eşik olarak biraz daha aşağıda olacaktır. Bir insanın psikolojik iyi olabilme halini koruyabilmesi için yapması gerekenler bellidir esasında. Eskiden bunları daha rahat yapabiliyorduk. Günümüzde artık bunlar çok zor oldu.
E.Y.: Nedir bu psikolojiyi iyi etkileyen faktörler?
C.T.: Öncelikle bireyin kendini olumlu algılayabilmesi, ikincisi; içinde yaşadığı toplumda güven içerisinde yaşayabilmesi. Üçüncüsü; enerjisini aktarabileceği aktivitelere zaman ayırabilmesi... Dördüncüsü; günümüzde bir başka sorun da iş yaşamının içerisindeki o tükenmişlik sendromu...
Bu tükenmişlik hali ister istemez sosyal yaşamımızdaki tahammülü olumsuz etkileyen bir faktör. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde, üzerine sosyal etkileşimin eskiden bugüne değişimini düşünürsek, günümüzde bu türden etkileşimler de azaldı. Artık insanlar pandemiyle birlikte online etkileşimlere başladı. Ve benim kanaatimce insan beyni online etkileşime uygun değil. Çünkü bizler bütün duyu organlarıyla etkileşim içerisinde bulunmayı seviyoruz. Bu etkileşimi kaybettikçe tabii ki tahammül etmemiz gereken, zorlayıcı dış etkenlere karşı koyabilme gücümüz bence çok azaldı. Bunun temel sebebi de yine psikolojik iyi oluşumuzun azalmış olması.
Şimdi geçmişe dönüp baktığımda eskiden kartondan evler verirdi gazeteler. Diğer tarafta anneniz bir şeyler örerdi. Çay seansları olurdu, bir tane televizyon kanalı vardı. Herkes birbiriyle konuşmak zorundaydı. Bütün bunlar, aslında sosyal etkileşimi arttıran ve o zamana odaklanmanızı ciddi oranda arttıran egzersizler. Biz bunları kültürümüzde yapıyorduk ama artık yapamaz olduk.
E.Y.: Teknolojinin yaşamımıza girmesiyle birlikte bir takım geçmiş temel değerlerimiz hemen hemen yok olmuş gibi bir şey anlıyorum ben.
C.T.: Aynı fikirdeyim. Günümüzde insanlar yogaya gidiyor. Yoga bizim kültürümüze ait bir egzersiz bile değil. Biz zaten kültürümüz içerisinde yogamızı yapıyorduk. Otururken, bir şey örerken, evde sohbet ederken yoga yapıyorduk. Bunları kaybettik. Ve bahsettiğiniz gibi bir insanın iyi oluş halini en çok koruyan şey temel değerleridir. Bu değerlerimiz yozlaştıkça ve bireyselleşme arttıkça, ister istemez psikolojik iyi oluşumuz azalıyor ve tahammülümüz de buna keza azalmaya başlıyor.
E.Y.: Ekonominin, hayat pahalılığı, şehirlerdi ki yaşamın zorlukları gelecekten umutsuzluğu da getiriyor mu beraberinde? Bunu da hissediyor musunuz?
C.T.: Bir bocalama dönemi yaşanacak, bu ne kadar sürecek bilmiyorum. Çünkü beynimiz, nörobilimci gözüyle baktığımda, ilk insandan bu yana beynimizin alışık olmadığı bir iletişim tarzıyla karşı karşıyayız. Ve beynimiz buna adapte olmakta güçlük çekiyor. Özellikle son birkaç yıla baktığımız zaman, bunun için psikiyatrik bozuklukların, hastalıkların sıklığında bir artış var. İnsan dinamik bir yapı, beyin de dinamik bir organ. Ve beynin en önemli özelliği adaptasyon kapasitesi... Ben bir süre sonra bu yeni yaşam tarzına da beynimizin adapte olacağını düşünüyorum. Tabii bu adaptasyonu başarabilen bireyler olacak, başaramayanlar olacak. Başaramayanlar da sosyal merdivende biraz daha geride kalacaklar ve psikiyatrik ya da diğer alanlarda destek alacaklar.
E.Y.: Ben hep şunu söylüyorum; biz her şeyi yaşayan kuşağız diyorum. Şu andaki 3-5 yaşındaki bebekleri görüyorum, çocukları görüyorum inanılmaz bir şey yani. Hakikaten bu süreç sonunda ben inanıyorum ki farklı bir nesil ortaya çıkacak gibi geliyor.
C.T.: Tabii... Hem de bu yeni neslin zihinsel kapasitesi bizden çok daha fazla olacak. Çünkü bunlar, çok fazla uyarana çok erken yaşlarda maruz kalıyorlar. Zaten takip ederseniz gençlerin hızına, matematik zekasına, sözel kabiliyetlerine bizim yaşlarımızda ulaştığımızdan çok daha ilerideler. Mesela birçok genç bilgisayar oyunu oynuyor diye eleştiriyoruz ama gençler için bilgisayar oyunları bir iletişim aracı haline dönüştü. Eskiden bizler kafeye ya da kütüphaneye gidip yeni insanlarla tanışmaya çalışıyorduk, artık insanlar online platformlarda oyun oynarken birbirleriyle sesli sohbete başlıyorlar. Dünyanın her köşesinden insanla bu sohbeti sürdürüyorlar. Sizin için de benim için de bu alışık olunabilir bir şey değil. Biz diyoruz ki; gerçeği varken niye bununla uğraşıyorsun? Haklı olarak ama bu kuşakta böyle sosyalleşecek. Bu değişmeyecek bence.
E.Y.: Yıllardır derler ki beynin yüzde bilmem kaçını biz kullanabiliyoruz. Bu yüzde 5 veya yüzde 10’luk beyni kullanma kapasitesi, bu konuştuğumuz konular çerçevesinde de gelen nesilde ve gelecek olan nesilde artıyor mu gittikçe?
C.T.: Bu artıyor ve artmaya devam edecek. Bu çalışmanın şöyle bir temel kökeni var. Aslında bu yüzde 5 hikayesi çok uzun zamandır kulaktan kulağa yayılıyor ama beyin yükleme anlamında ilk çalışmalar İngiltere’de taksi şoförleri üzerinde yapılmış. O zamanlar navigasyon olmadığı için adresi söylüyorsunuz, şoför bir şekilde o yolu ve adresi kafadan biliyor ve gidiyor. Bir araştırma yapmışlar ve taksi şoförlerinin beyinlerini MR cihazı altında incelemişler, hafıza bölgelerini ölçmüşler ve şunu fark etmişler; özellikle İngiltere taksi sürücülerinin hafıza bölgeleri, sağlıklı diğer İngilizlere göre yüzde 30, yüzde 40 daha büyük. Bu şu demek; beyninin bu bölgesini çalıştırdığı için bu bölgenin kapasitesi çok daha artmış demek. Buna beynin plastikliği deniliyor. Beynin adaptasyon kapasitesi deniliyor.
Bu çalışma bize şu anlamda ışık tuttu; bizler çocukluk yıllarımızda gençlik yıllarımızda beynimizi şuan ki gençler kadar çok zorlamadık. Farklı anlarda bizler beynimizi kullandık. Sosyal anlamda, ilişkiler anlamında kullandık. Zaten bizlerin sosyal becerilerimiz ve sosyal zekâmız bugün ki kuşaktan daha farklı bir akışa sahip. Ama bu kuşak, beynini çok daha fazla kullanıyor. Belki de bu kadar uyaranın içerisinde ayakta kalabilmek için mecburiyetten kullanıyor. Ama bunun doğal sonucu olarak az önce bahsettiğim taksi sürücüleri çalışmasından yola çıkarak beynin kapasitesi ve kullanılabilirliği artacak. Beynin kilogramı artmıyor, beynin hacmi artmıyor ama kullandığımız bölgelerin performansı artabiliyor. Ben önümüzdeki yıllarda bu kapasitenin genç kuşaklar için daha fazla artacağını düşünüyorum.
E.Y.: Panik atak geçiren bir çok tanıdığım var ve gördüğüm kadarıyla artıyor. Yine kendi yaşıtlarımdan geriye doğru bakıyorum, bizler bu kadar çok panik atak geçirmezdik. Neden böyle oldu?
C.T.: Panik bozukluğunun oluşumuyla ilgili bir sürü teori var. Benim en sevdiğim teoriyi size söyleyeyim; insanoğlunun gerçekleştirdiği ile gerçekleştirmeyi hayal ettiği arasındaki uçurum arttıkça panik ataklar artıyor. Her yaş grubu için bu teoriyi oturtabilirsiniz.
Örneğin 60-70 yaşına gelmiş bir birey, gerçekleştirmeyi hayal ettiği gerçekliğe kavuşamadığıysa panik atak yaşayabiliyor. Genç bir kadın için düşünürseniz, hayal ettiği kendilik ile içinde bulunduğu kendilik arasında uçurum var ise panik atak yaşayabiliyor. Bu panik atak dediğimiz şey “pan” Yunan mitolojisindeki ata benzeyen insandan geliyor. Ormandaki panlar ve bunlara karşı hissettiğimiz korkular olarak tanımlanıyor Yunan literatüründe...
Gerçekte olmayan bir şeye karşı vücudunuz sanki bir tehlike varmış gibi reaksiyon veriyor. Bu reaksiyonun tabii ki bir sonucu yok. Bu reaksiyonun sonucunda ölmüyorsunuz, bayılmıyorsunuz ama tüm bu belirtileri belirgin bir sebep olmadan yaşadığınız için beyniniz size bir oyun oynuyor. Bu belirtileri yaşıyorsan bayılabilirsin, ölebilirsin ve delirebilirsin... Bu düşüncelere sahip insanda “evet ya eğer ben gerçekten böyle düşünüyorsam çok korkuyorum ve bunlar benim başıma gelebilir” deyip yoğun bir kaygı atağı yaşıyorlar. Ya da atağı yaşamamak için atağın yaşanabileceği her ortamdan kaçıyorlar. Bu bazen toplu taşıma olabiliyor, bazen kapalı yerler olabiliyor, bazen kalabalık ortamlar olabiliyor.
E.Y.: Sizinle ilgili araştırma yaparken Ekşi Sözlük’e de baktım. Çok güzel yorumlardan bir tanesi şuydu; ver ilacı gönder yapmayıp 50 dakika yerine 90 dakika fazla ilgilenip tam tanımı koydu. Sizi çok farklı bir doktor olarak algılamışlar ve bunu söylüyorlar. Buradan şunu anlıyorum; sizin konunuzda doktor seçmek çok önemli. Hasta sizin için ne ifade ediyor?
C.T.: Çok farklı yaklaşımlar var burada. Benim de bu çalışmalarımı sürdürene kadar kendime model aldığım, feyz aldığım bir sürü hocam oldu. Bu, benim için önemli iki tane hocamdan öğrendiğim bir şey var ki, bir hastaya iyi gelmek istiyorsanız ilk kural ondan farklı olmadığınızı hissettirin ve klinik görüşme sürecinde o’nun üstündeymiş gibi davranmamak. İkinci kural; kültürün özelliklerini bilebiliyor, hâkim olabiliyor olmak. Türk kültürünün kendine has bir sürü özelliği ve bir sürü meslek grubu var. Benim görüşeme göre; kültüre, Fransız biri olarak, insanların ruh sağlığını iyileştirmek çok güç. Bir de tabii bu bahsettiğiniz ilaç mevzusu var. Psikiyatri ilaçları en iyi koşullarda bile hastaların şikayetlerinin en fazla yüzde 55-60’ına iyi geliyor. Bu çok düşük bir oran...
E.Y.: Anladığım kadarıyla ilacı tek başına yeterli görmeyen bir doktorsunuz. Hemen direkt ilaç veren bir doktor değilsiniz.
C.T.: Evet, ilacın tek başına yetersiz olduğunu düşünen bir doktorum. İlaçla birlikte mutlaka terapilerin eklenmesi gerektiğini ve yaşamın yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü ilaçlar beyninizdeki kimyasalları değiştirmek konusunda çok başarılı. İlacı verdiğiniz her kişinin beyin kimyasalı değişiyor. Ama bu davranışı değiştirmiyorsa ilacın hiçbir faydası yok. Çünkü bizim temel amacımız davranışları değiştirmek. O zaman bu davranışları değiştirmek için ek müdahaleler yapmamız gerekiyor. Yoksa bahsettiğiniz üzere birine bir ilaç vermek, -hadi bakalım bunu kullan- demek bu işin biraz kolay boyutu.
Tabii ben biraz daha şanslıyım, özel çalışabiliyorum. Devlet hastanelerinde 5-10 dakika gibi çok kısa sürelerde meslektaşlarım hastalara yardım etmek zorunda ve bunun için ellerindeki tek silah da ilaç olduğu için, bunu kullanmak zorunda kalıyorlar. Bu da tabii Türk toplumunda, sadece psikiyatristler tarafından değil, tıbbın bütün alanları tarafından çok fazla antidepresan yazılmasıyla sonuçlanıyor.
Benim klinik kanaatime göre; bazen hastayla sadece bir saatlik görüşme dahi onu anladığınızı, ona empati yaptığınızı, sıkıntılarını çözüm konusunda yol arkadaşlığı yapabildiğinizi gösterebiliyor. En önemlisi doğru soruları sorduğunuz zaman; çünkü bir psikiyatrist doğru yolu göstermemeli, doğru soruları sormalı. Herkesin doğru yolu ayrıdır, benim doğru yolumla sizinkisi bir olmak zorunda değildir. Sadece ben doğru soruları sormayı seviyorum. Bu soruları sorduğunuzda bazen ilaca gerek kalmadan, kendi hayatları için en uygun yolu bulabiliyor hastalar.
Bunu söylerken tabii ki şunu da söylemek lazım; psikiyatri branşı için mutlaka görüşmelerde çok daha fazla zamana ihtiyaç var. Ancak o zaman daha iyi yardımcı olabiliyorsunuz insanlara. O anlamda da sanıyorum sağlık politikamızda iyileşmeye ihtiyacımız var.